20 Ekim 2010 Çarşamba

Hisler













Biliyordum aslında her şeyi. Belki de hissediyordum. Hisler işte. Engel olunamayanlar. Duymak istediğin şeyleri söylerken bile seni rahatsız eden hisler. Kurtulman gerektirdiği yerde seni daha da kendine çeken hisler. Laf anlamaz küçük çocuklar… Sana aynı şeyleri tekrarlayan yaşlı insanlar… Her seferinde aynı yalanı söyleyen arkadaşlar… Her şeyine karışan büyükler…

Kafanı öne eğip düşündüğün zaman. “Neden?” derler. “Yok bir nedeni.” dersin. Kabul ederler. Oysa bilirler. Hislerinle tartıştığını içinde. Onlara gerçekleri anlatmaya çalıştığını. Seni dinlemediklerini. Duygusal bütünlüklerini fiziğine yansıttığını görürler. Sen hâlâ “Yok bir nedeni.” dersin. “Gerçekten yok bir nedeni?”

Bir anlaşma yapmayı denesen onlarla. Uzuuun süreli bir anlaşma. Bir süre ziyarete ihtiyacın olmadığını söylesen. Küfür etsen. Bir daha küfür etsen. Küfürler etsen. Eminim ki daha da hırslandırırsın onları. “Ya şimdi zamanı mı?” diye sorsan. Cevap vermezler. Onlar sadece işine geldikleri gibi hareket ederler. Hisler. Küçük çocuklar. Yaşlı insanlar. Yalancı arkadaşlar. Her şeyine karışan büyükler. Çok büyükler. Kocamanlar.

Gözler











Zamanının birinde iki çift göz yaşarmış. Ela ve kahverengi… Birbirlerine gördükleri zaman sahiplerini bile dinlemeden başka yöne bakarlarmış. Daha çok yerlere, gökyüzüne ya da herhangi bir yere ama birbirlerinin olmadığı bir yere. Bir süre böyle sadece hissettirmeden bakmışlar birbirlerine. Daha sonra kısa süreli de olsa bakabilmişler birbirlerine. Zaman gelmiş ki hiç ayırmamışlar bakışlarını birbirlerinin üzerinden. Ela güldüğünde kahverengi de gülmüş. Ela ağladığında kahverengi daha da içli ağlamış. Her gün birbirlerini görüyorlarmış. Bazen birbirlerine o kadar yakınlaşıyorlarmış ki o anda ne oluyorsa karanlığa bakmak zorunda kalıyorlarmış. Bu da sahiplerimizin bir oyunu herhalde diye düşünüyorlarmış o zamanlar. Birlikte farklı yerlere gidiyorlarmış. Yine bir gün içeride beyaz önlüklü insanların bulunduğu yere gelmişler birlikte. Ela başka bir odaya girmiş. Kahverengi onu beklemiş. Sonra beyaz önlüklü birisi gelmiş ve kahverengiye bir şeyler anlatmış. Kahverengi ne anlattığını bilmeden ağlamış, engel olamamış. Sonra elayı görmüş odanın başında. Çıkmışlar o yerden. Eve gitmişler. O günden sonraki her gün birlikte dışarı çıkmaları daha da azalmış ama hep birliktelermiş yine ve bir gün gelmiş ela boş boş bakmaya başlamış. Kahverengi ağlamış. “Lütfen bana bak” demiş. Ela sadece bir yöne bakmış. Dinlememiş onu. Bir gün sonra kahverengi bu sefer kendini siyah giyinmiş insanların içinde bulmuş. Aralıksız ağlıyormuş. O gün anlamış bir daha elayı göremeyeceğini. Elanın da kimseyi göremeyeceğini… Bu yüzden yine ağlamış, hep ağlamış ve duyduğuma göre de hâlâ ağlıyormuş.

Babasız bir bayram

08.09.2010

23.50

Ben bilgisayarın başında oyalanıyorum öyle. Yapacak pek bir şeyim yok ama uyumak istemiyorum yine de. Babam geliyor odama. “Hadi oğlum yat, yarın namaza kalkamıcaksın” diyor. “Olsun baba, ben okulda hep geç saatlerde yatıp, erken saatlerde kalkarım zaten” diyorum. “Sen bilirsin.” diyor ve gidiyor. Ben biraz daha internette takıldıktan sonra yatıyorum. Yatmadan önce iki telefonumun da alarmını kuruyorum saat 06.55’e. Ve uyuyorum… “Emre, emre kalk hadi oğlum.” Gözlerimi açıyorum. Babam paçalarını sıvamış bir hâlde odamın kapısında. Abdest almış olduğunu düşünüyorum. “Hadi abdest al da gidelim namaza.” diyor. Saate bakıyorum 06.55’e dakikalar kalmış. Kalkıyorum. Direkt abdest almaya gidiyorum. Abdest aldıktan sonra giyiniyorum hemen. Hareketlerim hızlıca oluyor çünkü erken gidip caminin içinde namaz kılmayı umuyorum. Babam “Hazır mısın?” diyor. “Hadi çıkalım.” diyorum. Tam ayakkabılarımı giyecekken babam bana bakıp “Giyme işte ayakkabılarını, iki adım yol, camide çaldırırsın.” diyor. “Tamam" deyip, çoraplarımın üstüne terliklerimi geçiriyorum. Komik durduğunu biliyorum fakat bunu yine de yapıyorum. Babamla camiye geliyoruz. Ben daha çok gençlerin olduğu üst kata çıkıyorum, o alt katta namazını kılıyor. Namaz bittikten sonra babamı beklemeden camiden çıkıyorum çünkü o arkadaşlarıyla bayramlaşıyor. Eve giderken bakkaldan bir sürü gazete alıyorum. Eve geldiğimde annem uyanmış ve büryanı hazırlıyor. Gazetelere göz gezdirirken zil çalıyor. Babam eve geliyor. Annem, babam ve ben bayramlaşıyoruz. Babam “Yine bir sürü gazete almışsın. Okusan yüreğim gam yemicek.” diyor. “Ben okumazsam başkası okur ya” diyorum. O anda tekrar zil çalıyor. Ablamlar bize geliyor. Sofraya oturuyoruz ve bir bayram daha böyle başlıyor… Oysa yarın bunların birçoğu yaşanamayacak çünkü ortada bir eksik var o da: Babam… Huzur içinde yat Baba. Bayramın mübarek olsun.

Hayata 20 yaşında başlamak.





















Birçok şeyi yaşayamamaktır. İnsanlara saf duygularla bakamamaktır. 5 yaşındayken çevremdeki herkes kahramandı. 6 yaşında gerçek ve tek kahramanın babam olduğunu öğrendim. 7 yaşında öğretmenimin de bir kahraman olacağı hissine kapıldım. 10 yaşında okulun basketbol takımına giren çocukları ben seçmemiştim ama kendiliğinden kahraman olmuşlardı. 14 yaşına geldiğimde duvarlarını posterleriyle süslediğim insan kahraman olmuştu kısa bir süre için. 18'ime doğru kahramanın yalnızca ben olduğunu fark etmem zor olmamıştı. 20'de ise kahramansız bir dünyaya merhaba dedim. Gözlerimi yeni açmıştım. sanırım çok şey kaçırmıştım. sordum yolda gördüğüm ilk kişiye:"Ben ne kaçırmıştım?" ve başladı anlatmaya "5 yaşındayken çevremdeki herkes kahramandı. 6 yaşında ise gerçek ve tek kahramanın baba. . . . . .", "İyi de" dedim "Sadece kahramanları mı kaçırdım yani?" ve devam etti:"Herkes kahramanımken,hayaller dünyasında yaşıyordum, oyunlar oynuyordum, koşuyordum, zıplıyordum, sonra babam kahramanım olunca onun yaptıklarını yapmaya başlamıştım, o ne izlerse onu izliyordum, onun en sevdiği şeyler benim de en sevdiğim şeylerdi, öğretmenim okula başladığımda kahraman olmuştu, artık babamı bile dinlemiyordum, öğretmenim ne derse oydu, onun sözünün dışına çıkmazdım, okulun basketbol takımındaki çocuklara gelince, sanırım onlar sadece bir modeldi, hep birilerine özeniyordum, onlar gibi olmak istiyordum, ileriki dönemlerde duvarlara posterler yapıştırmam da bu yüzdendi ama 18 yok mu 18, artık bir yetişkin olmaya başlamıştım, tek kahraman, benim dediklerim ve yalnızca benim yaptıklarım doğru, çok güzel bir duyguydu gerçekten de, insanlara biraz alttan bakıyordum, doğruların yalnızca benim doğrularım olduğunu sanıyordum galiba", o bir an sustu ama ben hâlâ onu dinlemek istiyordum, konuşmuyordu çünkü ben 20 yaşındaydım ve bir kahraman seçmem gerekiyordu. Sanırım onun da bana anlatmak istediği buydu.

Koltuk...

























Kelimelere farklı anlamlar yüklemek son zamanlardaki en büyük hobilerindendi. Belki de yapacak başka bir şeyi yoktu. Kendini eğlendirecek birisi ise hiç olmamıştı zaten. Komşusunun verdiği tekli koltukta oturuyor, sigarasıyla yaktığı yere parmağını sokuyordu ve kalbindeki yara gibi onu da büyütüyordu her geçen dakika. Sadece bulunduğu odanın ışığı yanıyordu evde. Ara sıra atan şalterler sinirini bozsa da her seferinde kaldırmaya gidiyordu üşenmeden. Buna sebebiyet veren karanlık korkusuydu ya da belki birisi gelir de zile basar ama elektrikler olmadığı için duymam düşüncesi. Gözlerini kapatıp başını yasladı koltuğa. (Hikâyenin bundan sonrası isteğe göre doldurulabilir, ben onun oracıkta ölmesini istiyorum ama sen kapıya gelen bir yabancıdan bahsedeceksin belki de ya da evde kahve bitecek ve bakkaldan kahve almaya giderkenki başından geçen bir olaydan.)

Taklid-i Bend










Çiçeklerin içinde uyanmanın verdiği keyifle açmak gözlerini her canlıya nasip olmayan bir güzellikti. Gülerken gözlerinin içindeki güzelliği görmek ve seni bir çiçek olarak insanlara sunabilmek belki de bu hayattan aldığım en büyük zevkti. Hep el üstünde tutulmak istediğini bilmenin getirdiği korku, sanırım korkuların en güzeliydi. Bir işe başladığında seninle birlikte duyduğum heyecan, bu güne kadar yaşadığım en tatlı heyecandı. Bir sorun karşısında yaşadığın stres, ömrüm boyunca yaşadığım streslerin pek üstündeydi. Bunları seninle paylaştığım için vücudumun her noktasını saran mutluluk ise yüzüme yansıdığının çok daha üstündeydi. Bütün bu duyguları bir kenara koyup aşk denen şeye geldiğimizde ise Mecnun’dan, Tahir’den, Kerem’den öte, bir insanın yaşayamayacağını düşündüğüm sadece üç harften ibaretti.

Defalarca söylediğimi hatırlıyorum şimdi sana:"Beni bir insan olarak görme" diye. Ben bir insan olamazdım senin yanında. Gülemezdim, ağlayamazdım, heyecanlanamazdım. Sadece seni taklit ederdim. Sadece senden aldıklarımla bir şeyler yapmaya çalışırdım. Şimdi yaptığım gibi işte. Kendimi anlatma çabaları. Seninkilerden tek farkı karşımda beni anlamaya çalışan bir benin olmaması ve asla olmayacak olması.

Ben ölümü 21 yaşında tanıdım





















Ve bahçede çiçekler vardı farklı renklerde. Hepsinden bal almaya kalksam arı maya kıskanırdı beni, hepsini toplayıp bir demet yapsam sevgililer düşman olurdu bana, hepsinin üstüne tek tek bassam bekçinin düdüğünün sesini duymam pek gecikmezdi sanırım. Bu yüzden çiçeklere hiçbir şey yapmamış gibi yaptım. Çevremde dursunlar istedim sadece. Ben onlara baktım, galiba onlar bana daha çok baktı. Ayrıca ilk defa bir yazımı bu kadar edebiyat kaygısı gütmeden yazıyorum çünkü bence ölümün edebiyatta yeri yok. Solan çiçeklerin edebiyatta yeri yok. Gülün yeri var edebiyatta, leylakların, papatyaların... Hayatımda ilk ölümle karşılaştığımda dedemi kaybetmiştim 5-6 yaşlarındaydım. Her şey oyun gibi. Zaten hatırladığım sahne tek. Başı örtülü kadınlar falan. Bunun dışarısında mahallemizde bir amca vardı. Çok severdim onu ama gerçekten severdim. Pek diyaloğumuz yoktu ama severdim işte. Onun öldüğünde ölümün ne olduğunu hisseder gibi olmuştum 9-10 yaşlarında. Ve ölüm o kadar uzun bir süre unutturdu ki kendini bana sanki onu hiç tanımıyormuşum gibi geldi. Sanki insanların uğurlarına şiirler, şarkılar yazıp resimler çizdiği şey ölüm değildi ve ben onu yok sayıyordum. Ta ki 21 yaşında babamı kaybedene dek. 6.5 ay öncesi. Ardından 21 yaşında babaannemi kaybedene dek 2 ay öncesi. Ardından bugün bir tanıdığımızı kaybedene dek. Ben buraya bunları daha acıklı yazabilirim bazı şeyleri hatırlatmak adına ama kendim dayanamam sanırım bu yüzden şanslı sayıyorum okuyanları. O kadar basit değil yani 6.5 ay önce bir insanın babasının ölmesi ve bunu anlatabilmesi. Bugün ilk defa ölü kokusu duydum. Evet var böyle bir şey. Cesede uzun süre ulaşılmazsa ölü kokuyor. İğrenç bir his. Ölüm de zaten iğrenç ama her zaman var. Bundan 10 ay önce falan bir profesör "ailenizden biri yanınızda kalp krizi geçirecek ve iş size düşecek" demişti. Çok haklıymış. Ben de şimdi bunu size tekrarlamak istiyorum "Bir gün ailenizden birisi yanınızda rahatsızlanacak ve iş size düşecek, bu yüzden her şeye kendinizi hazırlayın, ölüme bile."

N'aparsan Yap












Hayatım boyunca hep bir şeyler istedim başkalarından. Hep farklı cevaplar aldım. Bazen cevabı beğenmedim. Israr ettim. Bazen cevap yüzünden havalara uçtum. Bazen de yere düştüm. Hiçbir cevap beni “N’aparsan yap” kadar mutlu etmedi. “N’aparsan yap” cevabı “Sen bilirsin” gibi değildi. İçerisinde biraz sinir, biraz sahiplenme, biraz isyan barındırıyordu. Hatta ben bu cevaptan sevgiyi bile alabiliyordum. “Bugün arkadaşlarımda kalabilir miyim?” “N’aparsan yap” Eğer bu sorunu cevabı “Evet” olsaydı belki içim o kadar rahat olmazdı. Belki arkamda birinin olduğunu hissedemezdim. “Evet” yerine çoğu zaman “Hayır” denmesini bile tercih edebilirdim. İşte bu yüzden hep sevmiştim ben “N’aparsan yap” cevabını. Şimdi de öyle yapıyorum “N’aparsam yapıyorum” Yani hep senin dediğin gibi Baba “N’aparsam yapıyorum” ama bu sefer arkamda birinin olmadığını bildiğim hâlde yapıyorum.

Benim bir evim var ama çok çirkin.





















Gittim yanına dedim ki ona:"Benim bir evim var ama çok çirkin." Yüzüme baktı. "Ne yapabilirim ben." dedi. Ben ondan bu cevabı beklemiyordum. "Şey, ben satmak istiyorum onu ama satmak istemiyorum da aynı zaman da." dedim. Umursamaz gibi baktı yüzüme. "Git başımdan!" diye bağırdı. "Tamam." dedim. Gittim yanına dedim ki ona:"Benim bir evim var ama çok çirkin." Yüzüme baktı. "Ne yapabiliriz?" dedi. "Ben onu satmak istiyorum." dedim. "Neden?" diye sordu. "...ama satmak istemiyorum da." diye ekledim sorusundan sonra. "Sanırım biraz daha düşünmeye ihtiyacın var." dedi. "Belki de." dedim. "Doğru kararı vereceğine inanıyorum." dedi. "Teşekkürler" dedim. "İyi günler." dedi. Gittim yanına dedim ki ona:"Benim bir evim var ama çok çirkin." Yüzüme baktı. "Benim de var." dedi. "Ben onu satmak istiyorum ama satmak istemiyorum da." dedim. "Seni başka birine yollayacağım, onunla konuşmalısın." dedi."Tamam" dedim. Gittim yanına dedim ki ona:"Benim bir evim var ama çok çirkin." Yüzüme baktı. "Kaç para istiyorsun?" dedi. "Ama..." dedim. Sustum.

Bilet...





















Bu kez yazmayacağım dedi. Burada yaşananları seyir defterine yazmanın gereksiz olduğunu o da biliyordu çünkü. Ondan özür diledi ve yavaşça koydu ceketinin iç cebine defteri fakat yine de aynı cebindeki biletin kıvrılmasına engel olamadı. Bileti çıkardı ve gülümseyemeyerek baktı. Eliyle düzeltmeye çalıştı kıvrılan yeri. Sonra defteri tekrar çıkardı ve bileti bir kez katlayarak defterin içine koydu ve sonra her şeyin olması gerektiği yerde olduğu inancıyla yürümeye başladı.

Adımını attığı her yere acınası gözlerle bakıyordu. “Ondan uzaklaşmıyorum işte.” diye tekrarlayıp duruyordu. Belki de kendisini kandırıyordu. “Bana akan zaman ona da akıyordur herhalde.” diye saçma sapan kendisinin bile inanmadığı bir düşünce ile son dönemece geldiğini fark etti.
Ve dönmedi. Bekledi orada. Kaç saniye beklediğini kendisi de bilmiyordu. Kafasını uzattı. Bir melek gördü. Hemen kafasını geri çekti. Kafasını göğe kaldırdı. Bir melek daha gördü. Ardından bir ses duydu. “Sen de mi meleksin?” diye sordu. Hemen defterini çıkardı. İçini açtı ve melekleri gördü. Bilete yine gülümseyemeyerek baktı. İlk gördüğü melek yanına gelmişti bile ve ondan ne istediğini anladı. Bileti ona doğru uzattı. “Bilet yerine bahşiş versem, bir şans daha tanır mı bana?” diye düşündü. Saçmaladığını anladığı sırada biletin artık elinde olmadığını fark etti ve istemeden de olsa gözlerini kapadı…

İçimde kalan son azim...













Pencereden dışarı bakıyorum. Bir kedi geçiyor. Ardından bir kedi daha geçiyor. Onun ardından bir kedi daha. Kediler, kediler, kediler… Hiçbiri bana bakmıyor ama ben hepsine tek tek bakıyorum. İnsanları tek bir sınıfa soktuğum gibi onları da aynı sınıfa sokuyorum:”Gidenler” Sanki hepsi birbirini kovalıyor gibi geliyor ama alakası olmadığını biliyorum. “İnsanlar da birbirlerini kovalamıyorlar zaten.” diye kendimi kandırıyorum. Böylelikle o anlık içimde kalan son azmi de bitiriyorum. Kovalayamıyorum.

Küçük bir kız geçiyor. Yanında da annesi. Küçük kız bilmediğim bir sebepten dolayı ağlıyor ama cidden ağlıyor. Küçükken oyuncak bir basketbol potası için dakikalarca ağladığımı hatırlıyorum. Ona sahip olduktan iki gün sonra yüzüne bakmadığımı hatırlıyorum. “İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de o mudur?” diye sormadan “Odur” diyorum. Böylelikle o anlık içimde kalan son azmi de bitiriyorum. Sürdüremiyorum.

Yaşlı bir dede geçiyor. Bastonu var elinde. İşlemelerini görmesem bile görmüş kadar oluyorum. Bastonun ortaya çıktığı atölyeye gidiyorum. Üç kişi çalışıyor bu atölye de. Bir baba ve iki oğlu. Hepsine “Hayırlı işler” dedikten sonra tahta bir tabureye oturuyorum. Onları seyre dalıyorum. Çok değil birkaç dakika sonra sıkılıyorum ve yine evime dönüyorum. Pencereme… Böylelikle o anlık içimde kalan son azmi de bitiriyorum. Bakamıyorum.

“İçimde kalan son azmi neden hep kendim bitiriyorum?” Galiba başkasının bitirmesinden korkuyorum. Bu yüzden pencereden son kez dışarı bakıyorum. Senin asla geçmeyeceğini bildiğim için o anlık içimde kalan son azmi de bitiriyorum ve perdeyi çekiyorum…

Sadece bir mutluluk...

















Bir mutluluk istedim ondan. "Saf olsun." dedim. "Ne kadar saf?" diye sordu. "Şimdi bu soru mu yani?"dedim. Beni susturdu. "Konuşma!" dedi. "Hakkın yok buna!" dedi. "Peki" bile diyemedim ben ona. Ve izlemeye başladım. Beni yormasını izledim. "Acaba bundan mutlu oluyor mu?" diye gözlemledim. Ne zaman vazgeçecek diye bekledim. Bekliyorum. Bekleyeceğim.Araya insanlar soktum kimi zaman, bazen araya ben girmek istedim. "Tamam o zaman araya sen gir." dedim. Dinletemedim ve ben yine vazgeçecek diye bekledim. Bekliyorum. Bekleyeceğim.
Bir gün gülümsedi bana. Ben de ona gülümsedim. Bugünü beklediğimi anladı. Bir şey dememi bekledi. Diyemedim. Bir daha bana hiç gülümsemedi. Üç gün sonra da gülümsemedi. Üç ay sonra da gülümsemedi. Ama ben ona gülümsedim. Hep gülümsedim. Gülümsüyorum. Gülümseyeceğim.
Bir gün elime bir liste tutuşturdu. İstediklerini yapacakmışım. Karşılığında da bana bir mutluluk verecekmiş. Listede ne yazdığını söylemek istemiyorum. Yapılabilecek şeyler aslında ama mutluluk için fazla şeyler belki de. "Ben yapamam bunları." dedim. "Sen bilirsin." dedi ve arkasını döndü. Dayanamayacağımı biliyordu. Mutluluğa ne kadar hasret kaldığımı biliyordu. "Tamam." dedim. Bana döndü ve gülümsedi. Ben de gülümsedim. "Sen nesin, söyler misin bana?" dedim. "Ben Tanrıyım" dedi.

Neden şimdi omzuma dokunmuyorsun?





















Sanki bir ip üzerinde yürüyorum. Hangi omzuma dokunursan tam aksine düşeceğim ama bana dokunmazsan belki karşı tarafa daha kolay geçeceğim. Sen dokunmakta ısrar edeceksin biliyorum. Dokunmaman gerektiğini söyleyemiyorum yüzüne, anlamanı bekliyorum ama anlamayacağını biliyorum. Seyirciler nasıl da bana bakıyorlar, acaba ne desem mutlu olurlar? Bir şey dememi beklemiyor olabilirler, karşıya geçince hepsi beni mi alkışlayacak şimdi? Sen de alkışlayacak mısın? Alkışlama sakın. İyi bir şey yapmıyorum ki. Yapmam gereken şeyler iyi şeyler değiller ki. Sona yaklaştıkça korkuyorum. Seyirciler düşeceğimden korkuyor. Sen de emeklerin boşa gidecek diye korkuyorsun. Tamam da, neden hâlâ omzuma dokunmaya çalışıyorsun? Kokulu silgiler kanser yapmıyordu bence. İnanmıştık ikimizde farklı zaman dilimlerinde. Nerden çıktı diye sorma sakın, anlatsam anlamayacaksın. Zaten ben de anlatabileceğimden şüpheliyim. Eğer geçebilirsem karşıya, bana bir tane kokulu silgi alır mısın? Evet mi? Teşekkür ederim de, neden hâlâ omzuma dokunmaya çalışıyorsun? Beni buraya koyana hiç de güzel şeyler söylemiyorum içimden. Aşağıya iner misin? Ben düşmek istiyorum. Beni tutsana. Evet, evet ciddiyim. Sen herkesi tutabiliyorsun, beni mi tutamayacaksın. Lütfen, diyorum. Lütfen. Lütfen. Lütfen. “Ve sen beni tutmak için aşağıya inmiştin ama ben aşağıya düşmemiştim. Seni beklemeden karşıya geçmiştim. Herkes beni alkışlamıştı. Sen geri gelememiştin. Aşağıdan beni seyretmeye çalışmıştın ama sadece bir nokta görüyordun. Ağlıyordun. Zaten ağlamalıydın da. Ben de ağlıyordum. Neden şimdi omzuma dokunmuyorsun? Biliyorum, biliyorum, benim yüzümden. Özür dilerim Francine… Çok özür dilerim.”